Bir haşarı çocuktan fikir adamına dönüşen, hayatın tüm lezzetlerini tadıp gökyüzüne uçurduğu uçurtmanın peşinden giden adam, Necip Fazıl Kısakürek'in hayat hikayesidir…
Yaramazlıklarla dolu bir çocukluk, ardından bohem bir hayat ve sonrasında küllerinden doğan bir dava adamı… Hayatı boyunca kendi hatalarının bedelini ödedi Necip Fazıl. Aynalar şiirinde şöyle dile getiriyordu kendisine kızgınlığını:
"Suratımda her suç, bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!"
Aklına sığmayan fikirleri, hep düşünmekten kaçma çabaları, hayran olduğu kadınlara yazıp sonradan reddettiği şiirler, Paris ve İstanbul'daki o sefil zamanlar; eksiği yok fazlası çok bu zamanlardı bu cezaların sebebi.
İşte tüm bu bedeller, cezalar ve elbette ödülleri arasında dolu dolu yaşadı şiirleriyle yaşadı Necip Fazıl. Dün öldü; bugün de doğdu. Bugün "İyi ki doğdun" demek için ona bütün cümlelerim…
İyi ki doğdun Necip Fazıl…
Necip, 26 Mayıs 1904'te, İstanbul Çemberlitaş'taki konakta, Mediha Hanım ve Abdülbaki Fazıl Bey'in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona, büyükbabası Necip Efendi'den mütevellit "Ahmet Necip" adını verdi.
Necip Efendi, bir zamanlar Halep Vilayetine bağlı bir sancak olan Maraş'ın Müftüsüydü. Halep valisi Salim Paşa, bir gün Maraş'a geldiğinde onu Necip Efendi konağında ağırladı. Zekasına ve terbiyesine hayran kaldığı oğlu Mehmet Hilmi Efendi'yi babasını ikna ederek yanında İstanbul'a götürdü. Burada yüksek tahsil yapan Mehmet Hilmi Efendi iyi konumlara geldi ve ardından Salim Paşa'nın kızı Zafer Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Necip Fazıl'ın babası Abdülbaki Fazıl Bey geldi dünyaya. Çemberlitaş'taki bu konak köklenecek, bir gün Necip Fazıl da işte burada açacaktı dünyaya gözlerini. Böylesine köklü, kalabalık ve varlıklı bir aileye doğmuştu işte.
Necip doğduğunda babası bir hukuk öğrencisiydi. Daha sonraki yıllarda Bursa'da Âzâ Mülazımlığı, Gebze Savcılığı ve Kadıköy Hakimliği görevlerinde bulundu. Annesi Mediha Hanım ise, ailesinin tek çocuğuydu.
Bir konakta doğduğundan şanslıydı Necip. Dedesi, ninesi herkes bir arada büyük bir ailenin içindeydi. Ancak 15'ine varana kadar önemli hastalıklarla boğuşacaktı. Bir yandan da çok yaramaz, ele avuca sığmazdı Necip. Yerinde duramayan bu haşarı çocuk, bir gün kireci kaymak zannedip yiyerek ecel terleri döktürürken, bir gün denize düşüp boğulma tehlikesi geçirerek yürekleri ağızlara getiriyordu. Bir gün de kendisine ömürlük iz bırakacak bir yaramazlığa yeltendi. Babasının arabası tamir ediliyordu ve Necip neyin merakına düştüyse eğilip tekerin altına kafasını soktu. Bir kez daha ölümün kıyısından dönmüştü. Alnına bir yarık açmış, ömürlük mührünü kondurmuştu.
Yaramazlıkları artık bu küçük çocuğun boyunu aşmıştı. 4 yaşında mıydı; belki 5. Ancak durdurmak mümkün olmuyordu. Necip, ninesine "Cici Anne" diye sesleniyordu. Necip'ten en fazla nasibini alan da cici annesiydi. Bu kadıncağızın en büyük korkusu ölümdü ve torunu yakında onun eceli olacaktı. Çözümü Necip'in önüne sepet sepet romanı, bir oyuncak edasında yığmakta buldu. Torununun kitaplarla uysallaşacağını düşünüyordu. Okumayı ona bu yaşlarda dedesi öğretti. Çok geçmeden Necip tutkulu bir okuyucu haline geldi. Hatta sabahlara kadar okuma alışkanlığı ona bugünlerden miras kalacaktı.
Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardı tabii. Ninesi elbette çözümü kitaplarda aramakla doğru bir adım atmıştı. Ancak can havli ve ölüm stresiyle kitapların türünü seçmeye vakti kalmamış olacak ki, Necip, çocuk aklıyla okuduklarının altından kalkamadı. Elbette ki, romanlar küçük bir çocuk için çok fazlaydı. Bu yaramaz çocuk sebebini, ne istediğini bilmeden sadece ağlıyordu artık. Neyse ki sorunu erken fark ettiler ve Necip'e kitapları yasakladılar…
Necip'in pek çok farklı okulda geçecek ilköğretim hayatına, Gedikpaşa'daki Fransız Frerler Mektebi'nde başladı. 1912'de Amerikan Koleji'ne kaydoldu; ancak yaramazlıkları bu okulda kabul edilmedi ve Necip atıldı. Buradan Büyükdere'deki Emin Efendi Mahalle Mektebi'ne; sonra da yatılı bir okul olan Rehber-i İttihat Mektebi'ne devam etti. Daha sonra çok iyi dost olacağı Peyami Safa ile de burada tanıştılar.
Tabii Necip bu okulda da pek uzun kalamadı. Bir sonraki durağı da Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi oldu. Bu kez de seferberlik nedeniyle Gebze'ye gidildi ve Aydınlı Köyü'nün ilk mektebi yeni okulu oldu. Bu sırada kız kardeşi Sema öldü; henüz 5 yaşındaydı. Annesi bu büyük acıya dayanamadı ve vereme tutuldu; ailecek Heybeliada'ya taşındılar. Necip de ilköğrenimini nihayet Heybeliada Numune Mektebi'nde tamamladı.
Uzun soluklu bir ilköğrenimin ardından Necip, 1916'da, sınavla Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhâne'ye (Deniz Harp Okulu) girmeye hak kazandı. Tabii artık genç bir delikanlı olma yolundaydı. Yaramazlıkları da duruldu. Beş yıl bu okulda öğrenim görmeyi başarabilmişti. Burada Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi tanınmış isimler görevliydi. Yıllar sonra Necip Fazıl'ın zıt kutbunda yer alacak Nazım Hikmet Ran da aynı okulda iki üst sınıfta öğrenciydi…
Şiir yazmaya da işte bu okulda başladı. Tek nüshalık elle yazılmış "Nihal" adını verdiği bir dergi çıkararak ilk yayımcılık faaliyetini de başlattı. Okumak onun için çok önemliydi. Yabanı romanları da okumayı istiyordu. Okulda çok iyi derecede İngilizce öğrenerek Oscar Wilde, William Shakespeare, Lord Byron gibi yazarların eserlerini orijinallerinden okudu.
Ahmet Necip olan adı da yine bu okulda Necip Fazıl olarak değiştirdi.
İstanbul'un işgali sırasında annesi ile Erzurum'daki büyük dayısının yanına gittiler. Babası ise, ölmüştü…
Selma minicikti ve hep minicik de kalacaktı. Bundan habersizdi Necip şimdi aktaracaklarımı yaşarken. Necip, minicikken fark etmediği kız kardeşini yaşı ilerledikçe hayatının merkezine oturttu; en büyük vicdan azabı olacaktı.
Necip'in vicdan azabı, Selma'nın masumluğu bir küçük dişlenmiş elmadan geçiyordu. Necip, bir gün büyükbabasından kıpkızıl bir lira çeyreği koparmıştı o gün. Ballandıra ballandıra Selma'ya da gösterdi. Minik Selma'nın elinde de henüz ilk ısırığını aldığı mini mini dişlerinin izlerini bıraktığı bir elma vardı.
Lira çeyrek Selma'nın gözlerinde ışıldamıştı adeta. "Bu elmayı sana vereyim de, o parayı bana ver. Biraz ısırdım; ama ziyanı yok değil mi?" dedi.
Necip, parıl parıl lira çeyreğini Selma'ya verdi; ama elmayı da aldı. Sonra ne yaptığını anladığında çok dövündü. "Niçin o da senin olsun!" diyemediğinin acısını hissetti hep. Hayatının ilk büyük vicdan azabını yüreğinin derinliklerine mühürledi. Hele 5 yaşında hayatını kaybettiğinde o mühür, daha da derinlere saplandı.
Konağın selamlık kapısından küçücük tabutunda beyaz gelin tülleri uçuşan Selma'yı uğurlarken yüreğinde hissettiği o tarifsiz acı, Selma'nın minik dişlerinin elmanın üzerinde bıraktığı izler kadar yaktı yüreğini. O gün, o elmayı dişleriyle bölüp yuttuğunu sandığı lokmalarsa, o tabutun karşısında boğazında düğümlenivermişti…
Annesine verem teşhisi konmuştu ve hastanede kalıyordu. Necip annesini ziyarete gitti. Hemen annesinin yanındaki yatakta yatan genç kızın şiirlerini çok seviyordu annesi. Annesi bayılıyordu onun şiirlerine. Beyaz yatak üzerinde duran siyah kaplı, küçük, eski deftere baktı ve sonra bir an oğlunun gözlerini taradı: "Senin" dedi; "Şair olmanı ne kadar isterdim".
Necip, o anda annesinin dileğinin 12 yaşına kadar farkında olmadan içinde besleyip büyüttüğü bir istek olduğunu fark etti. Şiir, meğer onun için varlık hikmetinin ta kendisiydi.
Gözlerini, hastane odasının penceresinden gördüğü savrulan kar ve uluyan rüzgara karşı sessizce kararını verdi: "Şair olacağım!"
Oldu da…
İşgaller, kayıplar… Hayatından eksilen çok şey vardı. O, en çok şiir yamaya ve annesine düşkündü. Şiirlerini yazmaya devam etti. Bir de eğitimini tamamlamaya gayret ediyordu.
1921'de, Darülfünûn'un Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi'ne girdi. Burada da Ahmet Haşim, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi dönemin ünlü ve önemli edebiyatçıları ile tanıştır. Yeni Mecmua'da ilk şiirlerini yayımlamaya başladı.
Lise ve Darülfünûn öğrencileri arasından eğitim hayatlarını devam ettirmek üzere Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderilmesi planlanıyordu. 1924'te Maarif Vekaleti gidecek ilk grubu belirlemek için sınav açtı. Necip, gösterdiği başarı ile üniversitedeki eğitimini resmen tamamlamış sayıldı ve Paris'e gönderildi.
Paris'te Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne girmişti. Burada da sezgici ve mistik filozof Henri Bergson ile tanıştı. Ancak çocukluğundan kalma yaramaz yönü onu yine dürtmeye başlamıştı ve bu kez bir çocuk değildi. Paris'te bohem bir hayata yönelmişti ve kumara da ilgi duymaya başlamıştı. Çünkü kağıtların verdiği benzersizdi. Bir kadın bile bu denli ipeksi bir tene sahip olamazdı. Necip, kağıtlara her dokunduğunda işte bunu hissediyordu. "Kabur faresi" diye betimlediği bu hayatta kumar, onun için vazgeçilmez ve benzersiz olandı. Aslında kumarın asıl yaptığı şey, onu düşünmekten uzaklaştırıyordu. Gel gör ki, bu illet yüzünden Paris'i şöyle bir gündüz gözüyle de görememişti.
Necip, Paris'teki bohem hayatını İstanbul'da da sürdürmeye devam etti; şiirlerine de. 1925'te ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı yayımladı.
Elbette para kazanmak için de çalışması gerekiyordu. Bankacılık yeni yeni kendini gösteren bir meslekti. Bir Hollanda Bankası "Bahr-i Sefit"te çalışmaya başladı. Daha sonra Osmanlı Bankası'na geçti. Kısa süre de olsa Ceyhan, İstanbul, Giresun şubelerinde çalıştı. İkinci şiir kitabı "Kaldırımlar"ı da 1928'de yayımladı. Bu kitapla Necip Fazıl adını duyurmuştu, büyük hayranlık topladı.
1929 yazının sonlarına doğru Ankara'ya gitti ve burada İş Bankası'nda "Umum Muhasebe Şefi" olarak çalışmaya başladı. Burada 9 yıl çalışarak müfettişliğe kadar yükseldi. Buradaki yaşamı sırasında siyasal elit ve aydınlarla yakın ilişkiler kurdu. Özellikle Falih Rıfkı Atay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile sürekli bir aradalardı.
1931-1933 yılları arasında askerlik görevini yerine getirdi ve tekrar Ankara'ya döndü. Hemen "Ben ve Ötesi" adını verdiği üçüncü şiir kitabını çıkardı. Artık ününün zirvesine ulaşmıştı. Dergilerde yayımladığı hikaye yazılarını da "Birkaç Hikaye Birkaç Tahlil" adını verdiği kitapta topladı.
Necip Fazıl, Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştığında bohem hayatının döngüsünü tamamlamış oldu; bu hayatının dönüm noktasıydı. Necip Fazıl, Abdülhakîm Arvâsî ile Eyüp Sultan'daki Pierre Loti Mezarlığı'nın yanındaki Kaşgari Murtaza Efendi Camii'ndeki sohbetleri sayesinde yadsınamayacak bir fikir ve zihniyet dönüşümü yaşadı. Bu tanışmayı ve sonrasını Necip Fazıl, bir milat kabul etti ve bu tasavvuf şiirlerine de yansıdı.
Bu tasavvufi dönüşümün üzerine hayatında yeni bir dönem açtı ve bu dönemde 1935'te ilk önemli eseri "Tohum" tiyatro oyununu yazdı. İslamcılık ve Türklük vurgusu ön plandaydı. Bu eseri, Muhsin Ertuğrul, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahneledi.
1936'da bir kültür-sanat dergisi olan "Ağaç Mecmuası"nı çıkarmaya başladı. İlk sayısı 14 Mart'ta Ankara'da basılan dergi, ilk altı aydan sonra İstanbul'da çıkarılmaya başlandı.
1937'de "Bir Adam Yaratmak" adını verdiği piyesini tamamladı. İlk kez 1937-38 sezonunda yine Muhsin Ertuğrul tarafından İstanbul Şehir Tiyatroları'nda sahnelendi ve büyük ilgi gördü.
Tahliye edildikten sonra, önce "Yeni İstiklal", sonra "Son Posta" gazetelerinde yazarlığa başladı. 1963-1964'te Türkiye'nin çeşitli yerlerinde konferanslar vermeye başladı. 1965'te "b.d Fikir Kulübü"nü kurdu. Konferanslar, günlük yazılar, gazetelerde tefrikalarla Necip Fazıl çalışmalarını sürdürmeye devam etti.
1973'te Hac vazifesini terine getirdi. Yine aynı yıl oğlu Mehmet'e "Büyük Doğu Yayınevi"ni kurdurdu. "Esselâm" adlı manzum eserinden başlayarak daha evvel çeşitli yayınevlerince basılmış eserlerinin düzenli yayınına başladı. 1978'de de "Son Devre Büyük Doğu"dergisini çıkardı.
26 Mayıs 1980'de Türk Edebiyat Vakfı, Necip Fazıl'ı "Şairler Sultanı" ilan ederken yine 1982'de yayımlanan "Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu" adlı eserleri münasebetiyle"Yılın Fikir ve Sanat Adamı" olarak anıldı.
Tüm hataları, kendinde eksik buldukları, pişman olduklarının yanında bir muazzam sanat adamı oldu Necip Fazıl. Başta hece şiiri olmak üzere Türk şiirine damga vuran şiirleri, Necip Fazıl'ın aynı zamanda tüm zarafetini de gözler önüne serdi. Türk şiirine yeni bir anlam ve bambaşka bir renk kattı.
25 Mayıs 1983'te de bir çilehane olarak değerlendirdiği bu dünyadan şiirlerini bırakarak göçtü, gitti. Ardında belki birçok şiir bıraktı; ama onun ilk otuz yılından yola çıkarak yazdığı ve yaşadığı hayatını şu iki mısra açıklıyordu:
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…"
Uçurtman hangi bulutta takılı kaldı bilemiyorum. Umarım sonsuzluğu keşfetmişsindir. Zira sanata bıraktığın her etki, senin gibi güzel insanların güzel eserleriyle birleşip sonsuzluğa yol aldı. Hayatın her aşamasında her duygunun karşılığını yaşayarak öğrenen ve nihayetinde yazan bir Necip Fazıl geçti bu dünyadan…
İyi ki…
Okulumuza ismini veren 'Şairler Sultanı' Necip Fazıl Kısakürek anısına düzenlemiş olduğumuz 'Üstad Necip Fazıl'ın İzinde' programımızda seslendirmiş olduğumuz Necip Fazıl'ın şiirleri ve şiirlere yapılan besteleri aşağıdaki linklere tıklayarak dinleyebilirsiniz.
icerikler/sinevizyon_7573710.html
icerikler/kaldirimlar_7571193.html
icerikler/sakarya-turkusu_7571210.html
icerikler/bekleyen-beklenen_7571226.html
icerikler/zindandan-mehmede-mektup_7571281.html
icerikler/sarkimiz-bizim_7571641.html
icerikler/annecigim_7571657.html